Yaşadığım şehir 1 milyon 600 kişilik bir nüfusa sahip. Bir dönemin aydın kenti olarak bilinirmiş, hoş hala da öyle anılıyor. Uzun süreli savaşların, katliamların, tabiri caizse kimin gücü kime yeterse öldürmenin mubah sayıldığı bir yer.
Sürekli ölüm ile sınanan insanların yaşadığı derin travmaları günlük yaşam içinde görmek olası bir hal. Kocaman bir pazar yeri var şehrin göbeğinde. Hani kalabalığın arasına dalınca kendinizi unutacağınız türden. Esnafların sesi ile kalabalığın sesi birleşince kendi sesinizi bile duymaz olduğunuz bir yer. Bugünlerde Türkiye’de önü alınamaz dolar yükselişi ile gündem olduğu zamanlarda burada cadde ortasında değişim yapan küçük dolar tezgahlarına rastlanır.
Eskiden bu tezgahların çamdan bölmelerine kilit vurulmazmış. Sadece dolar tezgahların değil tüm dükkanların da kilit sistemi kapının önüne bırakılan sandalyeden ibaretmiş. Sandalye de güvenlik tedbirinden ziyade, dükkan sahibinden önce gelen müşterinin dükkan sahibi gelene kadar oturup beklemesi için konulurmuş kapı önlerine.
Pazarda gezinirken caddedeki dolar tezgahlarına bakınca insanlar arası güven olgusuna inancım artıyor ve mutlu oluyorum. Sonra pazardan çıkıp kentin ana caddelerinde dolaşınca kamera güvenlik sistemlerinin pazarlandığı büyük cafcaflı dükkanlara denk geliyorum.
Kentte büyük sitelerden tutalım da mahalle arasında küçük mütevazı evlerin girişlerinde, asansörlerde yani insani hareketin olduğu her yerde tüm sevimsizliği ile köşelere sıkıştırılan kameraları görmek mümkün. Belki değişen toplumsal şartlar göz önüne alındığında basit bir güvenlik önlemidir ya da ‘gelişen’ teknoloji çağında küçücük bir düzenlemedir. Ama insani değerler açısından düşününce yitirdiğimiz bir sürü şey geliyor aklıma.
Evlerimize çelik kapılar yaptırıyoruz, sonra bu kapının en az iki tane ayrı kilidini ve kapı ardında sürgüsünü de ekliyoruz üzerine. Kapı önündeki güvenlik kamerasına bina ya da ana kapı girişindeki kameralar eşlik ediyor. Genel asayiş sorumluluğu çerçevesinden bakılınca bir çok suç eyleminin kameralar sayesinde gerçek ciddi bir kanıt teşkil ettiği doğru.
Ama toplum olarak kendimizi bu kadar güvensiz bir ortamda yaşam sürüyormuşuz gibi sürekli tedbir alacağımız noktaya nasıl geldiğimiz kısmı düşündürüyorüyor beni.
Aralıksız gözetlendiğmiz hissi ile yaşam sürmek tuhaf. Foucault’un panaptikon sistemi ile bahsini geçirdiği toplumsal kuşatmışlığı anlattığı dizelerini anımsıyorum.
Panoptikon “her yeri gören yer” demek. 1785 yılında karanlıkta zindanda kalan mahkumları yoğun ışık ile gözlemlemek için Samuel Bentham ve kardeşi Jeremy Bentham tarafından yapılmış. Jeremy Bentham, o dönem inşa ettikleri panapatikonun çok sayıda insanın gözetim altında tutulmasının amaçlayarak yapıldığını açıklamış.
Panaptikon iktidarın nasıl el değiştirdiğinin, insanların gözetlenme paranoyasının ve gerçek yaşamıyla yüz yüze bırakıldığının da aynası aslında. Dünya dev bir panaptikondan ibaret sayılıyor Foucault’ta. İnsanlar gözetleyicinin yarattığı kapalı ya da açık hücrelerde, birbiriyle iletişim kuramaz bir halde bireysel çıkarlarını temel kıstas olarak belirleyip, gözetleneceği korkusuyla yaşıyor.
Sıradan bir dükkana veya çağımızın yeni ‘toplumsallaşma’ mekanları alışveriş merkezine daha girer girmez bir çift göz tarafından gözetleniyoruz.
İnsanlar arasında kaybedilen güven olgusunun yerini böylesi bir gerçeklik ile doldurup ardı ardına güvenlik yalanlarına sarılıyoruz. Kimin bizi nasıl bu kadar güvensiz kıldığını sormadan hem de. Birçok ülkenin ‘bela’ olarak tanıdığı ve günah keçileri olan göçmenlerin ki bunun çok ciddi bir kısmını Irak ve Suriyeli insanlar oluşturuyor, nasıl neden kendi ülkelerini bırakıp can pahasına farklı bir ülkede yaşam sürmek zorunda kaldıklarını pek kurcalamıyoruz.
Olası bir hırsızlık ya da farklı bir ‘suç’ fiili baş gösterdiğinde ‘hep o göçmenlerin suçu, geldiler yaşamımızı alt üst ettiler’ deyip işin içinden çıkıyoruz. Yoksulluğun suçlusu yoksullarmış gibi yapıp kendi güvenliğimiz için mevcut teknik imkanlarla kuşanmaya koşuyoruz.
Kuşanalım bakalım gözetlenmeleri sıradan sayarak içinde tutulduğumuz büyük hapishaneyi. Sokakta yürürken ardımız sıra bizi takip eden birilerinin olduğunu düşününce bile irkilirken hem de. Bir başka ‘sosyalleşme’ alanımız sosyal medyada da yaşadığımız bu gözetlenme-gözetleme korkusunu ve bu korkunun sildirdiği mesajları, korka korka klavyeye giden ellerimizi de unutmamak lazım. Belki bizi izleyen kocaman gözlerin farkında değiliz ama bu gözlerin duygu ve düşünce dünyamızı etkilediği de tartışma götürmez.
Endişeye mahal yok tabi! Olağan mecraların olağan hallerinin içinden geçiyormuş gibi yapmaya devam. Biz kendimizi kandıralım, gözetleyip gözetlenelim, muasır medeniyetler seviyesine ulaşmanın yolu sanal sanal çok konuşurken susmaktan geçiyor ne de olsa. Madem ‘susmak yalnızlığın ana dili’ sosyalleşmenin yeni jenarasyonunun yalnızlarına selam olsun.