Türkiye’deki insan hakkı ihlallerine her gün bir yenisi daha ekleniyor.İnsanlar, adalet talebiyle ve özgürce sanat yapmak için ölüm oruçlarında hayatını kaybediyor.KHK’liler ise aileleri ile beraber ölüme mahkum ediliyor.Çocuk yaştaki kanser hastası bir çocuğun bile önüne engeller dikiliyor. Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen bu ihlalleri yıllardır insan hakları mücadelesi yürüten Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu ile konuştuk.
SARAYIN KARARIYLA HERKES SUSTU
”Açlık grevleri ve devamında ölüm oruçlarına dönüşen bu adalet talepleri için en baştan itibaren tüm yetkilileri göreve davet ettik. Ben bu konuyu ilk sahiplenen milletvekili oldum. Açlık grevleri ve ölüm oruçlarının başladığı ilk günlerden itibaren her hafta yaptığın basın toplantılarında eksiksiz bir şekilde bu adalet taleplerini gündeme getirdim ve her ne kadar bu eylemleri desteklemesem de bu insanların iradelerini açlığa yatırmaları, adeta canlarıyla büyük bir istekte bulunmaları ve bu istek yerine getirilmezse ölüme doğru gideceklerini söylemeleri güçsüz bir bireyin çok güçlü bir devlete karşı belki sinek vızıltısı gibi olsa da önemli isteklerini yerine getiriyordu. Bu istek insanların canını ortaya koyması ile oluyordu. Biz bunun için çok uğraştık. Bakan, Milletvekili gibi çok kişiye bunu iletmeye çalıştık, çeşitli kanallardan kulisler, Adalet Bakanı’na ulaşmaya çalıştık. Bu eylemlerin perde arkasında çok büyük uğraşlar var ama yetkililer Nuh dediler peygamber demediler, kapı duvar oldular. Tek bir kelime cevap vermeyip geçiştirdiler. İktidar kanadının iradelerinin olmadığını da görüyorduk, çünkü bir insan nasıl olur da böyle önemli bir direniş karşısında bir şey demez. Bu sessizliğin Saray’ın kararı olduğunu da biliyorduk. Gördüğünüz üzere Türkiye’de ne siyaset var, ne de bakanlık var. Ortada tek bir merci var ve oranın kararıyla herkes sustu. İktidar kanadında herkes boyun eğdi ve maalesef çabalarımız sonuç vermedi. Aslında her kanalla iktidara seslerini duyurmaya çalıştık ama maalesef karşılık bulmadı ve 3 insanımızı kaybettik.
ORTAK VİCDAN TOPLUMUN FARKLI KESİMLERİNİ BİR ARAYA GETİRDİ
Ahmet Burhan Ataç ve İbrahim Gökçek’i hakikaten toplumun farklı kesimleri ortak bir şekilde sahiplendi ve ben bunu çok değerli buluyorum. Çünkü insan hakları çerçevesinde yaptığımız çalışmalarda biz her kesime ortak bir vicdan, ortak payda teklifinde bulunuyoruz: “Hep birlikte acılarımızı ortaklaştıralım, sevinçlerimizi ortaklaştıralım, uğradığımız mağduriyetimizi ortaklaştıralım ve birbirimizi ötekileştirmeyelim.” Bütün çalışma prensiplerimiz bu çerçevede şekilleniyor. Ahmet Burhan Ataç ve İbrahim Gökçek çok büyük mazlumiyet yaşadılar. Bu durum vicdan sahibi bir kişinin vicdanını sızlatır, bu bir gerçektir. Ahmet Burhan yaklaşık 2 yıldır büyük bir dram yaşıyor. Babasından ayrıldı ve bu bir travmaya neden oldu kendisinde. Bundan dolayı büyük bir baba hasreti çekti ve devamında kanser oldu. Son 2 yıllık yaşamı büyük acılarla ve üzüntülerle sürekli ağlayarak geçti. Toplumun tümünün vicdanını sızlattı, babaların vicdanını sızlattı. Fakat babasına resmi prosedürler oğlunun yüzünü göstermedi ve baba diyerek Ahmet Burhan yaşamını yitirdi.
İbrahim Gökçek ise ünlü bir sosyalist müzisyen, yıllarca müzik yaptı ve son 3-4 yıldır sanatlarının önünde büyük bir iktidar baskısı vardı. Muhalif olan her kesime yapılan baskı onlara da yapılıyordu ve muhalif müzik yapmaları engelleniyordu. Hayatlarının her şeyini müziğe adayan İbrahim Gökçek canını ortaya koydu, açıklığıyla bir mesaj vermek istedi iktidara ve topluma. Aylarca direndi ama buna rağmen iktidar ve maalesef toplum bunu duymadı. Gerek Gülen cemaatinden gelen Harun Ataç’ın oğlu Ahmet Burhan için gözyaşı dökenler, gerekse Sosyalist müzisyen İbrahim Gökçek için gözyaşı dökenler ortak bir paydada ve vicdanda buluştular. Bu bizim için çok değerliydi. Başarabileceğimizi gösteriyor, tüm Türkiye toplumunun ortak bir paydada ve vicdanda buluşabileceğini gösteriyor, toplumun farklı kesimlerini vicdanı duyguların bir araya getirebileceğini, çarenin umudun burada olduğunu göstermesi açısından çok önemliydi. Sosyal medyada bunu ifade eden çok güzel bir hashtag çıktı ortaya: “Ahmet de bizim İbrahim de diyordu. Yani gerçekten İkisi de bizimdi, ikisi de mazlum insanların sesiydi, ikisi de büyük bir adalet çığlığıydı. Biri masum bir çocuğun baba özlemi, diğeri de sanatı özgürlüğü elinden alınan İbrahim Gökçek’in özgürlük çağrısıydı ve bunu canını bilerek ve isteyerek ortaya koyarak yapıyordu. Toplumda ilk başta hissedilmezse de bu iki kıvılcım da bir yangına dönüştü ve toplumda gerçekten bir karşılık buldu. ikisi de ortak bir vicdan da toplumun farklı kesimlerini bir araya getirebilen bir hal oluşturmuş durumda.
CAN KAYIPLARINDAN SONRA BİLE İKTİDARDA BİR YUMUŞAMA YOK
Şu anda Ebru timtik ve Aytaç Ünsal açlık grevindeler. Devlet karşılık vermez ve eylemleri ilerlerse canlarıyla bir bedel öderlerse diye şahsen çok üzülüyorum. Ben hiçbir canın kaybedilmesini istemiyorum. Helin Bölek ile çok programlar yaptık cezaevindeyken mektuplaştık. Daha sonrasında onu canlı yayınlarıma aldım. Mustafa Koçak’ı başından beri takip ediyordum, bana cezaevinden mektuplar da yazdı. Annesi ve babasını canlı yayınlarda konuk ettim ve onların anlattıklarını gözyaşlarıyla dinledik. Yine İbrahim Gökçek’in babası Ahmet’i programlara davet ettim ve gerçekten onun o mazlum ve çaresiz haliyle adalet talebini dile getirişini dinledik. Bizim yüreğimiz parçalanırken eylemler devam ediyordu. Biz en azından bu üç can kaybının ardından iktidarın kulak tıkamaması gerektiğini düşünüyoruz. Açıkça son 2 eylemcinin de hayatını kaybetmemesi gerektiğini söylüyoruz. Her ne pahasına olursa olsun istekleri kabul edilmese de ölmemeleri gerekiyor. Çünkü insan hayatı çok önemlidir. Bu vesileyle şu anda açlık grevinde olan eylemcilere de sesleniyorum. Şu an için bu kişilere dair ciddi bir çalışma bulunmuyor. Çünkü iktidarın kapısı taş duvar, vicdanlar kararmış, kalpleri taşlaşmış ve 3 ölümü de görmedikleri gibi en son bildiğiniz üzere cenazeyi de alıp kaçırmak gibi bir eyleme imza attılar. Böylesi inanılmaz insanlık dışı bir eyleme imza atabildiler. Bu durum nasıl bir ruh hali ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Üç can kaybından sonra iktidarda bir değişim veya yumuşama görmüyorum. Çünkü onların iradesi yok ve Saray onların yerine karar veriyor. Beka denilen bir söylemle onların nezdinde insan hayatının bir önemi yok ve bu ölümleri çok sıradan buluyorlar. Sahip oldukları gücü zedelemeyeceğini düşünüyorlar, böyle bir mantık karşısında ne diyebilirsiniz? Maalesef 3 ölümün ardından bile vicdani bir halleri yok. Avrupa Birliği yetkilileri dahi bu ölümleri kınıyor ama onlar da Cumhurbaşkanı’nın birtakım kozlarından korkuyorlar. Örneğin mülteci kozunu şantaj olarak kullanması ve sonuçta seçimlerle iktidarda bulunmasından dolayı ona karşı çok aktif bir politika izlemiyorlar açıkçası. Bu da maalesef batının iki yüzlü politikası oluyor. Son derece üzücü bir durum ancak kendi çıkarları açısından herhangi bir riske girmek istemiyorlar.
TÜRKİYE TARİHİNİN EN KÖTÜ ZAMANLARI
Yaşadığımız süreç maalesef Türkiye tarihinin en kötü zamanlarında denk geliyor. Bunu yalnızca ben söylemiyorum. Yurt gezilerinde karşılaştığım insanlara soruyorum: “Bugünü geçmişle kıyaslayın” diyorum. Bana “ne darbe dönemlerinde, ne muhtıra dönemlerinde ne de tek partili dönemlerde biz bu kadar antidemokratik uygulamalar görmemiştik, bu kadar özgürlüklerin boğulduğu bir zaman görmemiştik” diyorlar. Bu durum gerçekten benim için de böyle. Son derece vahşi bir dönemi yaşıyoruz, son derece ezici bir devlet gücü muhaliflerin üzerine yüklenmiş durumda ve acımasızca kendisine boyun eğmesini istiyor. Bu her muhalefet için geçerli bir durum. Kürt muhalefeti, Aleviler, sosyalistler, KHK’lılar gibi bir düşman ilan edilen her kesime yönelik bir politika uygulanıyor. Tamamen imha ve çökertme politikaları izleniyor. Bunun insan hayatıyla yaşamla ve hukukla kabil olmadığını hepimiz biliyoruz ama iktidar Süleyman Soylu gibi İçişleri Bakanı oluşturarak ve tüm yetkiyi ona vererek gemileri yakmış bir durumda. “İstediğimi sonuna kadar yaparım anlayışındalar” Mutlaka bunun bir sonu var ve bu toplum bunu kabul etmeyecektir sonucunda mutlaka demokrasi duvarına çarpacak ve yenileceklerdir. Biz bu yenilginin toplumun özgür iradesiyle, seçimlerle olması gerektiğini düşünüyoruz. Hala Erdoğan’ı destekleyen büyük bir kitle var, bu kitle erise de biraz yavaş eriyor. Sabır içerisinde, yanlış yapmadan, haktan hukuktan sapmadan iktidarın yanlışlarını görmesi için gereken politikaları izlemeye devam etmemiz gerekiyor. Muhalefet olarak baskı unsuru olmaya devam etmemiz gerekiyor.
HER GÜN TEHDİT VE KÜFÜR EDİLİYOR AMA ÖNEMSEMİYORUM
Önemli bir insan hakları mücadelesi yürütüyoruz, hem iktidara karşı lafımızı esirgemiyoruz hem de farklı konularda çok önemli şeyler söylemeye çalışıyoruz. Bunu da çok yoğun bir şekilde yapmaya çalışıyoruz. Sosyal medyayı hem yoğun bir şekilde kullanarak, hem de farklı dillerde tüm dünyaya sesimizi duyurmaya çalışarak yapıyoruz. Çok aktif bir milletvekili hayatı ve binlerce soru önergesi ile Türkiye’nin dört bir tarafından gelen, sadece Kürt camiasından gelen değil ülkenin tüm şehirlerinden gelen insanlardan müracaat alan, durumlarını ayrıntılı bir şekilde değerlendirip ayrıntılı bir şekilde işlemlerini yapıyoruz. Tabii bu da bizim bir hedef haline gelmemizi doğuruyor ancak dostumuz çok olduğu kadar bize düşmanlık yapan da çok oluyor. Her gün tehditler, küfürler artık alıştığımız hadiseler ve bunları önemsemiyorum Toplumun kalbini kazanmaya çalışıyorum, doğru yolda yürümeye çalışıyorum. Yanlış yapanların yanlışını görmesini ıslah olmasını ve tövbe etmesini, hakta-hakikatte ve vicdanda buluşulması gerektiğini söylüyorum. Söylemlerimde nefret dili kullanmamaya çalışıyorum iktidara her ne kadar öfkelensem de vicdani bir dil kullanmaya çalışıyorum. Haktan, hukuktan, adaletten yürümeye çalışıyorum. Hep buradan örnekler vermeye çalışıyorum, kimseyi aşağılamamaya ve ötekileştirmemeye, nefret unsuru haline getirmemeye çalışıyorum. Ben kendi hayatımı şöyle görüyorum: “Çok mücadeleler verdim, çok haksızlıklara uğradım, çok yerden kovuldum. Bir zamanlar bir gazetenin köşe yazarıydım, oradan kovuldu,m kimi zaman işimden kovuldum. Bazen de önemli bulduğum hususlara değinirken iktidar güçleri tarafından men edildim. Ama şu bir gerçek ki nereden incelirse oradan kopsun anlayışıyla işime devam ediyorum. Biz yeter ki yanlış yapmayalım ve sonuç ne olursa olur. Biz kalıcı bir hayat yaşamıyoruz, yarın öbür gün hepimiz mutlaka bu dünyayı terk edeceğiz. Önemli olan arkamızda onurlu, şerefli, haysiyetli bir iz bırakmak. Bu hayatta insanlara hizmet edebilmek, ardından iyi anılabilmek, eşit ve adil bir dünya istiyordu denilmesi benim için çok önemli Hayat düsturlarıdır. Yeter ki biz halkın rızasını kazanalım.”